Tarihsel Faşizmin Üç Dalgası – Kristin Plys

Journal of World-Systems Research dergisinde yakın zamanda yayınlanan bir dizi makalede (Bölüm I ve Bölüm II), içinde bulunduğumuz kriz döneminde kapitalizmin çelişkilerinin ve onun kurucu ideolojisi olan liberalizmin neden faşizmin geri dönüşüne zemin hazırladığını irdeledim. Marksist teori tarihsel kapitalizmin tekrarlayan döngülerini ve kalıplarını araştırmış olsa da siyasi-ekonomik kriz anlarının liberalizmin krizi bağlamında faşizm ve komünizm arasında ideolojik bir mücadeleye dönüşme eğilimine yeterince dikkat edilmemiştir. Faşizmin dünya-tarihsel kökenlerini yeniden gözden geçiren Marksist teorisyenlerin çalışmalarını izleyerek, sadece faşizmin ortaya çıktığı siyasi-ekonomik koşulları daha iyi anlayabileceğimizi değil aynı zamanda tarihten günümüze yansımalarının izini sürebileceğimizi iddia ediyorum. Bunu yaparken, üç tarihsel faşizm dalgası tanımlıyorum: 1922-1945 Klasik Faşizm; 1968-1989 Postkolonyal Faşizm; 2010’lardan günümüze Postmodern Faşizm.

Tıpkı kapitalizmin İtalya’da doğup daha sonra Hollanda Cumhuriyeti’nin öncülük ettiği sistemik birikim döngüsüyle tam potansiyeline ulaşması gibi, faşizm de önce İtalya’da ortaya çıkmış ve daha sonra Nazi Almanyası’nda tam potansiyelini (ve en yıkıcı etkilerini) göstermiştir. Faşizm 1922’de icat edildi ve tipik olarak Mussolini’nin Roma’ya Yürüyüşü ile belirginleşti; bu yürüyüş sadece İtalya’nın yeni doğan demokrasisinin sonunu değil, aynı zamanda 20. yüzyıl modernitesini temelden yeniden şekillendirecek yeni bir siyasetin de sinyallerini verdi.

Faşizmin 1920’lerin başında dünya-tarihsel olarak ortaya çıkışının nedenleri ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojikti. Güney Avrupa ve Almanya-Avusturya, 1930’ların küresel ekonomik gerilemesinden orantısız bir şekilde etkilenen çiçeği burnunda demokrasiler (ve uluslar) ile karakterize ediliyordu. Bu devletler aynı zamanda geç sömürgecilerdi, ancak çok sayıda sömürge savaşına girmek için iyi donanımlı orduları vardı. 1930’ların ekonomik gerilemesine yanıt olarak yapısal uyum programları uygulanmış, bu da toplumsal yerinden edilmelere ve sermaye kaçışına yol açmıştı. Faşizmi ilk uygulayan devletler – İtalya, Almanya ve İspanya – tekelci kapitalizme geçişte geç kalmışlardı ve “hem ekonomik olarak emperyalist zincirin diğer halkalarının gerisinde hem de kendisinden ‘ilerideydiler’” (Nicos Poulantzas Faşizm ve Diktatörlük (1974); Ayrıca bakınız Louis Althusser, Marx İçin (1965)). Bu ‘ilerlemeler’, esas olarak toprak sahibi sınıflardan oluşan bir burjuvaziye rağmen, iyi gelişmiş bir finans sektörü ve sömürgeci holdingler olarak kendini gösterdi. Faşizmi, moderniteye eşitsiz geçişler bağlamında emperyalizmin çelişkilerinden doğmuş olarak kuramsallaştırdığımızda, faşizmi dünya-tarihsel bağlamına daha iyi yerleştirebilir ve faşizmin neden kapitalizmin ortaya çıkışından birkaç yüzyıl sonra, 20. yüzyılın başlarına kadar ortaya çıkmadığını daha iyi açıklayabiliriz.

Faşizm nihayetinde makro-ekonomik süreçlerin bir sonucudur, ancak daha dolaysız nedenleri ideolojiktir. Faşizm, sistemik birikim döngüsünün bunalımlı evresine karşı bir tepki olarak ortaya çıkarken, liberal ideolojinin sistemik birikim döngüsünün bunalımlı evresini açıklama, yönetme ve nihayetinde üstesinden gelme konusundaki başarısızlıklarının doğrudan bir sonucudur. Kapitalizm krizleri asla gerçekten çözmez, sadece geçici düzeltmeler uygular ve bu bunalımlı evrede liberalizm sadece bunalımın nedenlerini tatmin edici bir şekilde açıklamakta başarısız olmakla kalmaz, daha da önemlisi liberal politikaların bunalımdan kaynaklanan toplumsal çıkmazları yönetmek için gerçek politik çözümler sunmaktan aciz olduğunu kanıtlar. Bu çözülemeyen yapısal krizler, hem geri hem de ileri devletlerin ideolojik krizini daha da şiddetlendirir. Yeni bir sistemik birikim döngüsüne geçişin bu kaotik anında, özellikle de kapitalizme ve emperyalizme eşitsiz geçiş yapan devletlerde, geçiş döneminde toplumsal kazanımları erozyona uğrayan işçi sınıfı erkekleri, milliyetçiliğe vurgu yaparak sınıf mücadelesini ezmek için faşizme siyasi ve ideolojik açıklıklar sağlayan çözümlere yönelir.

Toprak sahipleri ile yeni ortaya çıkan, ancak daha az güçlü burjuvazi arasındaki çatışma ve işçi sınıfı erkekliğinin yeni ideolojik ifadeleri, yeni doğan liberal demokratik devletin meşruiyetini kaybetmesine yol açar. Bu meşruiyet kaybıyla birlikte ortaya çıkan faşist otoriteler, polis (faşist sempatizanı olmaları muhtemeldir) ve yargı, muhaliflere karşı artan şiddet veya şiddet tehdidine başvurur. Bu şiddet faşistlere duyulan sempatiden kaynaklanabileceği gibi genellikle vatansever olmayan olarak çerçevelenen faşizm karşıtlarına yönelik düşmanlığın bir ifadesi de olabilir. Demokratik bir devletin ideolojik meşruiyetini kaybettiği ve muhaliflere karşı giderek artan bir şiddet uyguladığı bu tür bağlamlarda, devletin kontrolünü elinde tutan demokratik güçler bu noktada polis ve ordunun kontrolünü faşistlere kaptırır.

1945’ten sonra pek çok gözlemci faşizmin yenildiğine inanıyordu. Savaş sonrası dönemde ABD, yeni küresel hegemonyasının inşasının bir parçası olarak, bunun yerine anti-emperyalist isyan ‘sorunuyla’ uğraşmaya başladı. Yeni ortaya çıkan ABD liderliğindeki küresel düzenin merkezinde yeni bir küresel ideoloji vardı; ‘kalkınma’ vaadi. ‘Kalkınma’, İngiliz Emperyalizmine bir alternatif olarak sunuldu ve dahası, ABD’nin serbest piyasa kapitalizmi yoluyla dünyanın geri kalanını ‘özgürleştireceği’ bir araçtı. Dolayısıyla, bir kavram olarak ‘ekonomik kalkınma’, ABD hegemonyasının tanımlayıcı ideolojilerinden biri olarak, hem İngiliz hegemonyasının baskın ideolojisine – sömürgecilik ve emperyalizm – karşı çıkması hem de ABD’nin küresel yönetim için ahlaki temellerini ileri sürmesi bakımından doğası gereği çelişkiliydi. Ancak aynı zamanda ‘kalkınma’ ideolojisi, ABD’nin sömürgecilikten kurtulan ve sömürgecilik sonrası devletlerin ekonomik olarak bağımlı olduğu dünya hegemonu rolünü üstlenmesine izin verdi. Bununla birlikte, ‘kalkınma’ ruhu, milliyetçi hareketlere, yeni bağımsız devletlere ve genel olarak 20. yüzyılın ortalarındaki yeni küresel düzene karşı sistem karşıtı bir meydan okuma yaratmak için sömürge karşıtı aktörler tarafından da benimsendi.

1970’lere gelindiğinde, ABD’nin dünya hegemonyasının ‘kalkınmayı’ büyüme olarak tanımlama mücadelesini kazandığı, aynı zamanda dünyayı dönüştürücü, radikal bir değişim getirme vaadinde bulunan birçok sömürgesizleştirme hareketinin otoriterliğe sürüklendiği açıktı. ABD hegemonyasındaki ilk çatlaklarla birlikte Latin Amerika, Afrika ve Asya’daki birçok demokratik devlet demokrasiden otoriterliğe geçiş yaptı. Bu otoriterleşme dalgasının örnekleri arasında şunlar sayılabilir: Augusto Pinochet yönetimindeki Şili, İdi Amin yönetimindeki Uganda, Indira Gandhi’nin Olağanüstü Hali sırasında Hindistan, Endonezya’nın Yeni Düzeni, Brezilya’nın askeri cuntası, Ziya ül Hak yönetimindeki Pakistan, Kamboçya’nın Khymer Cumhuriyeti, Kuzey Yemen, Arjantin, Uruguay, Nijerya ve Sudan. 1970’lerin bu otoriter dönemi, bağımsızlık sonrası ‘kalkınmanın’ gerçekliğinin vaatlerinden farklı olduğunu gösterdi. Bu dönemde kalkınma perdesi aralanarak diktatörlüğün kapitalist modernitenin bir istisnası değil, 1970’lerin Küresel Güney’inden görüldüğü üzere aslında kapitalist modernitenin özü olduğu ortaya çıktı.

2010’lara gelindiğinde, dünya genelindeki makro yapısal koşullar, İngiliz hegemonyasından ABD hegemonyasına geçiş dönemiyle benzerlikler taşıyan yeni bir sistemik kaos dönemini başlattı. Bu konjonktüre küresel savaş, ekonomik kriz, kemer sıkma politikaları ve çok sayıda toplumsal yerinden edilme damgasını vurdu. 1970’lerden bu yana ücretleri durağanlaştıran ve emeğin gücünü önemli ölçüde aşındıran işçi ve sendika hareketinin krizi bunların arasında özellikle önemliydi. Bu dalganın faşizmi, neoliberalizmin kemer sıkma ve yapısal kriz yoluyla Nazizme geri dönüş yolunu açması olarak anlaşılabilir. Postmodern faşistlere örnek olarak şunlar verilebilir: Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, eski ABD Başkanı Donald Trump, Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte; Hindistan Başbakanı Narendra Modi; Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan; İtalya Başbakanı Giorgia Meloni; eski Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro; Macaristan Başbakanı Viktor Orbán vb.

Postmodern faşizm, liberalizmin ideolojik çöküşü bağlamında sınıfsal manevraların bir yansımasıdır. Faşizm, kapitalist sınıfın (kömür, inşaat, emlak vb. sektörlerde) can çekişen fraksiyonu tarafından, piyasa mekanizmaları yoluyla kar elde etme fırsatları kriz anında aşındığı için devleti ele geçirmek amacıyla çağrılmaktadır. Konumlarını, toplumsal kazanımları benzer şekilde erozyona uğrayan yurttaş erkek işçi sınıfıyla kurdukları ittifakla meşrulaştırarak başarılı olurlar. Bu ittifak, erkek işçi sınıfının ve sermayenin can çekişen fraksiyonunun ortak erkekliğini ve etnik-ulusal, dini ve/veya kast kimliğini vurgulamaktadır. Yurttaş erkek işçi sınıfına yönelik bu ideolojik savunma tipik olarak ırkçılık, cinsiyetçilik, kast ayrımcılığı ve belirli bir dine mensup insanların hedef alınması şeklinde şekillenen faşist ulus vizyonuna dahil edilemeyen grupların kötülenmesi yoluyla dile getirilir (çağdaş faşist liderler, belirli yerel bağlama bağlı olarak İslam karşıtı, Budizm karşıtı veya Hıristiyanlık karşıtı söylem ve eylemlerin yanı sıra anti-semitizmle de uğraşmışlardır). Avrupa’da postmodern faşizm, Mussolini ve Salazar’ın faşist projenin temel taşı olarak sömürgeciliği çağrıştıran kayıp sömürge imparatorluklarına yönelik nostaljiden de yararlanırken, örneğin Hindistan’da faşistler, Mussolini’nin antik Roma’nın ihtişamını yeniden canlandırma arzusunu anımsatan eski Hindu İmparatorluklarına yönelik benzer bir nostaljiyi dile getirmektedir. Genel olarak, yurttaş erkek işçi sınıfı ile sermayenin can çekişen fraksiyonu arasındaki sınıf ittifakı, neoliberal sosyo-ekonomik yerinden etmelerle kaybedilen ayrıcalıklara duyulan bir nostaljidir.

Tıpkı 1930’ların liberalizmin krizine yol açması gibi, çok sayıda çağdaş kriz de neoliberalizmin ideolojik krizine yol açmış ve bu ideolojik boşlukta faşizm sağcı bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Yine de postmodern faşizmin benzersiz yönlerinden biri, taraftarları tarafından çağrılma ve ifade edilme biçimidir. Postmodern faşist ideolojinin farklı eklemlenmeleri arasındaki tutarsızlık, çelişkiler ve gerilim, konumları için bir değer haline gelir. Dış gözlemcilerin bakış açısından bu tutarsızlık, çağdaş faşistlerin kendilerini klasik faşizmden ayırmalarına, faşizm suçlamalarının çoğunu savuşturmalarına ve faşist olarak tespit edilmekten büyük ölçüde kaçmalarına olanak tanır. Söylemlerinin tutarsızlığı, çoğu popüler gözlemcinin dünya-tarihsel açıdan önemli süreçleri gerçek zamanlı olarak ayırt etmekte yaşadığı zorluk nedeniyle daha da kötüleşmektedir. Faşizmin yükselişine dair ana akım tarihler tipik olarak belirli bir mitingi ya da yürüyüşü faşizmin demokratik olarak seçilmiş bir devlete karşı zafer kazandığı an olarak gösterirken, faşizm bir olay değil bir süreçtir. Dahası, faşist süreç doğrusal bir süreç olmayıp, faşist harekete özgü iniş çıkışlarla karakterizedir ve aynı zamanda sol ve merkezdeki antifaşistlerle mücadeleyle şekillenmiştir.  Bu nedenle, faşizmin yükselişini gerçek zamanlı olarak ayırt etmek zordur ve bu nedenle antifaşistlerin strateji ve pratiği yönlendirmek üzere güncel durumu daha iyi okuyabilmeleri için iyi geliştirilmiş teorilere sahip olmaları gerekir.

Çağdaş faşistlerin konumlarını tutarlı bir şekilde ifade edememeleri, İkinci Dünya Savaşı’nda Mihver kuvvetlerinin yenilgiye uğratılmasının olumlu bir mirası olsa da, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dünya tarihi, post-faşist ve post-kolonyal tarafından silinemeyecek şekilde şekillenmiştir. Faşizmin 2010 yılı civarında tuhaf bir şekilde geri dönmesiyle (bu kadar büyük bir şekilde geri dönmesi açısından tuhaf ve çağdaş faşistlerin siyaset yapma biçimleri açısından tuhaf), faşizmin 1945’te hiçbir zaman gerçekten yenilmediği ortaya çıkmıştır. Post-faşizmdeki ‘post-‘u post-kolonyalizmdeki ‘post-‘a benzer şekilde düşünebiliriz, zira bu ‘post’ları faşizm ve sömürgeciliğin sonunu işaret eden bir araç olarak değil, başladıktan sonra anlamına gelecek şekilde ele alıyoruz.

Faşizm, kapitalist dünya sisteminin meşrulaştırıcı ideolojisi olarak (neo)liberalizmin ideolojik ve yapısal başarısızlıklarından ortaya çıkarken, faşist ve (neo)liberal arasında karmaşık bir gerilim olduğunu da unutmamak gerekir. Liberaller ve faşistler kârlı bir şekilde bir arada var olabilirler ve var olmaktadırlar. Neoliberaller, neoliberal hedeflere ulaşmak ve böylece ‘Avrupa uygarlığını’ (ya da ‘kurtarmak’ için yola çıktıkları ‘uygarlığı’) kriz anlarında ekonomik yeniden dağıtımdan kurtarmak için bu tür diktatörlükleri uygulayabilirlerse, diktatörlüğü destekler ve hatta tercih ederler. Çağdaş liberallerin eylemsizliği de benzer şekilde postmodern faşizmin mevcut konjonktürdeki başarılarına yardımcı olmuştur. Juan Linz’in (1978) iddia ettiği gibi, “demokratik bir rejimin, hayatta kalmasının destekçilerinin sokaklarda onun için savaşmaya hazır olmasına bağlı olacağı noktaya yaklaşmasına asla izin verilmemelidir”. Polis ve asker desteği ya faşistlere ya da (faşist gündemin bir kısmını bile destekleyebilen) liberallere gittiğinden, solun kaynakları zayıftır ve faşistlere karşı silahlı bir çatışmayı kazanma şansı çok azdır, özellikle de polis ve askerin içine faşist parti üyelerinin sızdığı durumlarda. Bu nedenle faşizm ve antifaşizm hakkında kesin ve doğru teoriler geliştirmek, antifaşistlerin faşist tehdidi yenme potansiyelini yapılandırmada sol için kritik öneme sahiptir.

Çeviri: Yener Çıracı

Kaynak: https://marxistsociology.org/2023/10/three-waves-of-historical-fascism/


Posted

in

by

Tags:

Comments

Yorum bırakın