Sınıf Neden ve Nasıl Hala Önemlidir? – Nick French

Occupy Wall Street, Bernie Sanders’ın başkanlık kampanyaları ve diğer gelişmeler son yıllarda sınıf ve ekonomik eşitsizlik temalarını yeniden kamusal bilince taşımış olsa da bu yeniden canlanmaya Marksizm’in toplumsal ve siyasi analiz için modası geçmiş bir çerçeve olduğu yönündeki suçlamalar eşlik etti. Uzmanlar ve politikacılar, sınıfa çok fazla odaklanmanın ya da onu diğer sosyal kimlikler veya hiyerarşi biçimlerinden herhangi bir şekilde “daha önemli” olarak ele almanın tehlikeleri konusunda bizi uyarmaya başladı.

Bu popüler ifadeler, akademik sosyal teoride onlarca yıldır baskın hale gelen iddiaları yansıtmaktadır. Karl Marx ve takipçilerinin ekonomik güçleri toplumsal istikrar ve çatışmayı anlamanın merkezinde gördüğü yerde, sosyal teorideki “kültürel dönüş” savunucuları ekonomik olmayan faktörlere gururla yer vermektedir. Kültürelciler, eğer sınıf bir kişinin ekonomik yapıdaki konumuyla ilgiliyse -diyelim ki üretim araçlarına sahipse ya da yaşamak için emeğini satmak zorundaysa- o zaman sınıfın insanların neyi neden yaptıklarını açıklamada çok az öngörü gücüne sahip olduğunu iddia eder. Bunun yerine toplumsal normlar, değerler ve dini pratikler gibi olumsal kültürel faktörlere bakılmalıdır.

Bu argümanların çekiciliğini görmek oldukça kolay. Sanders ve başka yerlerdeki benzer fenomenler (Britanya’da Corbynizm, İspanya’da Podemos, La France Insoumise) tarafından temsil edilen ekonomik eşitsizlikle ilgili yenilenen endişelere rağmen sınıf temelli eleştiriler, geniş ölçekte işçi sınıfının desteğini almayı başaramadı. Solun eski partileri düşüşte ve giderek daha fazla işçi sağa yöneliyor. Küresel siyaset sınıfsal bir değişim geçirmeye devam ediyor: Yirminci yüzyılın başlarına ve ortalarına kıyasla sınıf, siyasi kimlik ve çatışmanın giderek daha az göze çarpan bir kategorisi haline geliyor. Siyasi partiler arasındaki bölünmeler sertleşiyor, ancak hiçbir taraf inandırıcı bir şekilde işçilerin çıkarlarını temsil ettiğini ya da sadakatini kazanabileceğini iddia etmiyor.

Eğer sınıf bu kadar önemliyse, neden bu kadar az insan böyle düşünüyor? Ekonomik eşitsizlik uçurumu genişledikçe işçiler neden kızıl bayrak etrafında toplanıp sistemi yıkmaya çalışmıyor?

Son kitabı The Class Matrix’te: Social Theory After the Cultural Turn adlı kitabında sosyolog Vivek Chibber, sınıf analizinin önemini göz ardı etmenin ciddi bir hata olduğunu savunuyor. Chibber’e göre doğru bir Marksist sınıf anlayışı, sosyal teorideki kültüralist argümanlara meydan okuyabilir. Ancak bundan da öte, Marksizm bize kapitalizm altındaki işçilerin neden kapitalist sisteme karşı isyan etmektense onu kabullenmeye daha yatkın olduklarını anlamamız için bir çerçeve sunabilir ve devrimci değişimin nasıl gerçeğe dönüştürülebileceğine ışık tutabilir.

Ekonomik Yapı ve Kültür

Chibber’in argümanının özünde kapitalizmin sınıf yapısı ile kültür arasındaki ilişkinin zarif bir açıklaması yer alır. Kültüralistler, tüm kasıtlı insan davranışlarının, sosyal teorisyen William Sewell’in ifadesiyle “insan aktörlerin yorumlayıcı çalışmaları” tarafından yönlendirildiğini savunur. Bir toplumsal yapının -örneğin sermaye-ücretli emek ilişkisi- davranışı motive etmede etkili olabilmesi için, bu yapıya katılan aktörlerin uygun kültürel senaryoları öğrenmesi ve içselleştirmesi gerekir.

Chibber’e göre bu argüman, “yapının varlığının kültürel dolayımların değişkenliğine bağlı olduğunu” öne sürmektedir. Eğer bir işçiysem, yaşamımı sürdürebilmek için bir iş bulmam ve bu işi sürdürmem gerektiği gerçeğini öğrenmeli ve içselleştirmeliyim; bunun için gerekli normları ve alışkanlıkları (konuşma ve giyim normları, belirli beceriler, bir “iş ahlakı” vb) öğrenmeli ve içselleştirmeliyim. Eğer bir kapitalistsem, başarının karı maksimize etmek anlamına geldiği gerçeğini öğrenmeli ve içselleştirmeliyim ve bunu yapmamı sağlayan normları ve alışkanlıkları öğrenmeli ve içselleştirmeliyim (örneğin çalışanlarıma karşı acımasız olmayı gerektiren piyasa payını genişletmeye ve maliyetleri düşürmeye tek bir fikirle odaklanmak gibi).

Dolayısıyla, insan motivasyonu “baştan aşağı” kültürle açıklanıyor gibi görünebilir. Ancak durum böyle değildir. Chibber, kültüralistlerin insanların toplumsal yapılara katılmak için belirli kültürel senaryolara uyum sağlamaları gerektiği konusunda haklı olduklarını kabul etse de bu kültürel senaryoların yapıyı açıklamada nedensel önceliğe sahip olduğu anlamına gelmemektedir. Bunun yerine ekonomik yapının kendisi, insanların neden ilk etapta ilgili senaryoları öğrenmeleri ve içselleştirmeleri gerektiğini açıklamaktadır.

Bir çalışanın rolüne uygun kültürel senaryoyu içselleştirememesi halinde ne olacağını düşünün. Bu, bir iş bulamayacakları ya da bulsalar bile çok uzun süre ellerinde tutamayacakları anlamına gelir. Sonuç yoksulluk, açlık ve daha kötüsü olacaktır. Aynı şekilde rollerine uygun senaryoyu içselleştiremeyen bir kapitalist de kısa süre içinde şirketlerinin battığını görecektir – ve eğer kendilerine çeki düzen vermezlerse, sonunda kendilerini mülksüz bir proleterin çaresiz durumunda bulurlar.

Hem kapitalistler hem de işçiler için ekonomik yapı, onları sınıfsal konumlarına karşılık gelen kültürel senaryoları içselleştirmeye zorlayan güçlü maddi çıkarlar üretir. Bunu yapmadıkları takdirde bireysel refahlarının temelleri tehlikeye girer.

Bunların hiçbiri kültürün önemini inkar etmek anlamına gelmez. Bu, kapitalist toplumlardaki insanların neden böyle davrandıklarını anlamak istiyorsak ekonomik yapıya birincil açıklayıcı rol verilmesi gerektiğini söylemektir. Chibber’e göre bu iddia, kapitalizmin yirminci ve yirmi birinci yüzyıllarda küresel ölçekte yayılmasıyla doğrulanmaktadır. Belirli kültürel anlayışların kapitalist sınıf yapılarının gelişiminin önkoşulu ya da aşılmaz engelleri olması bir yana, kapitalizmin dayatması dünyanın dört bir yanındaki kültürleri -bir zamanlar kapitalist ilişkilere karşı olduğu düşünülenler de dahil olmak üzere- kendi amaçlarına uyacak şekilde dönüştürmüştür.

Yanlış Bilincin Yanlış Açıklaması

Marksistler kapitalizmin esasen işçi sınıfının kapitalist sınıf tarafından sömürülmesini ve tahakküm altına alınmasını içerdiğini savunurlar. “Üretim araçlarına” erişimleri olmadığından işçiler, emek güçlerini bunu yapabilenlere yani kapitalistlere satmak zorundadır. Bir işçi bir iş bulduğunda, mümkün olduğunca az ücret karşılığında kendisinden çok iş çıkarmaya çalışacak olan patronun zorbalığına maruz kalır. Kapitalistin sattığı mal ve hizmetleri üretenler işçiler olmasına rağmen kapitalist, çalışanları tarafından üretilen toplumsal artığın büyük kısmını kâr olarak elinde tutarken işçiler ücret olarak çok az bir miktar alır.

Kapitalist-ücretli emek ilişkisinde yer alan bu çıkar karşıtlığı ve bunun işçilere verdiği zararlar çatışmaya yol açmaktadır. Marx, kendi dönemindeki emek örgütlerini ve siyasi hareketleri gözlemleyerek bu çatışmanın giderek daha kolektif ve devrimci bir biçim alacağını düşünmüştür: İşçiler sömürülmelerine direnmek için bir araya gelecek ve sonunda “mülksüzleştirenleri mülksüzleştirecek”, özel mülkiyeti sonlandıracak ve kapitalizmi tamamen ortadan kaldıracaktır.

Bu gerçekleşmedi. Elbette kapitalizmin yeni gelişmeye başladığı ülkelerde, 1917’de Rusya ile başlayan sosyalist devrimler oldu, ancak bu toplumlar kısa sürede otoriter rejimlere dönüştü ve yüzyılın sonunda kapitalist bir yöne doğru evrildi. Batı’da sosyalist partiler yavaş yavaş kapitalist sisteme uyum sağladı ve sonunda sistemde önemli reformları desteklemekten ve geleneksel işçi sınıfı tabanlarını temsil etmekten bile uzaklaştı. İşçi sendikaları bile on yıllardır küresel ölçekte düşüşte.

Marksizm’in devrimci kehanetleri neden gerçekleşmedi? Yeni Sol düşünürlerine göre cevap kültürde yatmaktadır. İşçiler, refahlarını savunmak için kolektif olarak örgütlenmeye ve nihayetinde kapitalist sistemi yıkmaya ilgi duyar. Ancak burjuva ideolojisi tarafından sistemi ahlaki açıdan meşru kabul etmeleri için iyice telkin edilirler ve “kültür endüstrisinin” sığ tesellileri, tüketici güzellikleri vaadi ve benzerleriyle uyuşturulurlar. Eğer işçiler bu yanılsama perdesini aralayabilseler ve gerçek çıkarlarının farkına varabilselerdi, bu düşünceye göre isyan ederlerdi.

Chibber bu argümanı çürütmek için materyalist sınıf anlayışını kullanmaktadır. Bu açıklamadaki sorun, sınıfsal konumlarının bir sonucu olarak işçilerin her gün iş yerinde yaygın zararlar ve özerklik kaybını, iş bulma veya işte kalma kaygısını ve rahat bir yaşam standardını sürdürme mücadelesi yaşıyor olmalarını görmemesidir. Genel olarak işçi sınıfının ideolojik telkinin kurbanı olduğunu söylemek ideolojinin işçilerin yaşadığı deneyimin bu belirgin özelliklerini bastırdığını, “burjuva kültürünün” etkisinin sistematik “bilişsel çöküşe”, başka bir deyişle yanlış bilince neden olacak kadar güçlü olduğunu söylemektir. Daha da kötüsü, bu açıklama tuhaf bir şekilde teorisyeni işçilerin deneyimleri hakkında işçilerin kendilerinden daha fazla kavrayışa sahip olarak konumlandırmaktadır.

Ve aslında işçiler sıklıkla sömürülmeye karşı direnirler. İşteyken kaytarırlar, değilken hasta olduklarını söylerler, zaman zaman işverenlerine karşı küçük hırsızlık ve sabotaj eylemlerine girişirler. Bireyselleşmiş direnişin bu yaygın biçimleri, çalışan insanların sadece kapitalizm yanlısı mitlerin kuklası olmadığını gösterir.

İşçiler Neden (Sadece Bazen) İsyan Eder?

Peki, işçiler neden isyan etmez? Bunun yanıtı, kolektif eylemle ilişkili bedel ve risklerde yatmaktadır. İşçiler kendilerini ve ailelerini geçindirmek için işlerine bağımlıdır. İşçilerin “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur” diye bir şey söz konusu değildir: Örgütlendiklerinde ya da iş arkadaşlarıyla birlikte harekete geçtiklerinde geçim kaynaklarını kaybedebilirler. Bir defasında Ekonomist Joan Robinson, “Kapitalistler tarafından sömürülmenin sefaleti, hiç sömürülmemenin sefaleti ile kıyaslanamaz” diye bir espri yapmıştır.

İşsizliğe karşı kırılganlığın yanı sıra, kolektif direniş stratejisinin önünde pek çok başka engel de vardır. İşçilerin bazen kolektif eyleme karşı çıkan farklı çıkarları söz konusudur. Örneğin, işçilerin büyük çoğunluğu uzun vadede güçlü sendikalar ve siyasi örgütler kurmaktan fayda sağlayacak olsa da kısa vadede şanslı veya çok vasıflı işçiler işverenlerle bireysel pazarlık yoluyla kendileri için daha iyi bir anlaşma sağlayabilir.

Bir de bedavacılık (free riding) sorunu vardır: Kolektif çabanın meyvelerinden herkes faydalanırken, katkıda bulunmayan bir işçi daha kötü durumda olmayacaktır. Bu da işçilerin kolektif örgütlenme çabalarındaki sorumluluklarından kaçınmaları için güçlü bir teşvik yaratır -ve yeterince birey kaçınırsa, çabalar elbette başarısız olacaktır.

Chibber, Marx’ın kapitalizmin doğal olarak kendi “mezar kazıcılarını” üreteceğini düşünmekle yanıldığı sonucuna varır. Bunun yerine sınıf yapısının yarattığı maddi çıkarlar genellikle kolektif eyleme karşı militanlaşır ve daha ziyade işçileri çok çalışarak ve “başlarını eğerek” çıkarlarını ilerletmeye iterken, ara sıra bireysel direniş eylemlerine yöneltir. İşçilerin burjuva ideolojisinin etkisi altında oldukları için isyan etmediklerini söyleyen Yeni Sol teorisyenler, Marx’la aynı hatalı varsayımı yapar; yani işçilerin boyun eğme nedenlerinin ekonomik yapının dışından gelmesi gerektiğini düşünürler. Aslında çoğu zaman ve yerde, sınıf yapısı, bırakın devrimci faaliyeti kolektif direnişten kaçınmak için kendi başına yeterince güçlü nedenler sağlar.

Ancak işçiler bazen kendilerini sömürenlerle mücadele etmek için birlikte örgütlenebilirler ve örgütleniyorlar da. Hangi koşullar altında kolektif eylem mümkün hale gelir? Chibber, dayanışma kültürünün yaratılmasının çok önemli bir bileşen olduğunu söyler:

[Çalışanlar] olası sonuçlara ilişkin değerlendirmelerini en azından kısmen meslektaşlarını nasıl etkileyeceğine göre yapmak zorundadır; bu, bir yükümlülük duygusundan ve kolektif iyiliğe karşı borçlu oldukları şeyden kaynaklanmaktadır. . . Her işçi için meslektaşlarının refahını kendisini doğrudan ilgilendiren bir konu olarak görmeye yönlendiren dayanışmacı bir ahlak, normal zamanlarda kapitalizmin yarattığı bireyselleştirici etkilere karşı koyar. Bunu yaparken de sınıf mücadelesine kültürel olarak eşlik eden kolektif kimliğin yaratılmasını sağlar.

İşçiler kendi refahlarını başkalarınınkine bağlı olarak görmeye başladıklarında, kolektif eylemin önündeki olağan engeller azalır. Bireysel riskler almaya daha istekli hale gelirler ve yoldaşlarının çabalarını kullanmaktan kaçınırlar.

Burada da kültür maddi çıkarlarla sınırlandırılmıştır. Dayanışmacı bir ahlak, başkalarının refahı için bencil olmayan bir endişe anlamında özgeci bir ahlakla aynı şey değildir. Dayanışma daha ziyade ortak çıkarlar etrafında karşılıklı bir yükümlülük duygusu oluşturmakla ilgilidir. Uzun vadede güçlü işçi örgütlerinin hepsine fayda sağlayacağını bilen işçiler, kolektif eylemle ilişkili bedel ve riskleri tartma biçimlerini değiştiren normları içselleştirir. İş arkadaşlarıma karşı duyduğum yükümlülük duygusu patronun misillemesinden duyduğum korkunun üstesinden gelmemi sağlayabilir; burada ve şimdi bireysel bir ücret artışını sendika sözleşmesinin sunduğu güvenceden daha az önemli görmemi teşvik edebilir; bedavacılığı yoldaşlarıma utanç verici bir ihanet olarak görmemi sağlayabilir.

İşçilerin dayanışma kültürleri inşa ettikleri yerlerde kolektif direniş stratejilerini takip etmeleri ve başarılı olmaları daha olasıdır. Ancak sınıf temelli örgütlenmenin kapitalizm altındaki işçilerin çıkarlarını kolektif olarak takip edebilmelerinin tek yolu olmadığını vurgulamalıyız. Elbette ırk, etnik köken, din, akrabalık ve diğer sosyal kimliklere dayalı resmi ve gayri resmi örgütlere de mensupturlar. İşçiler bu tür ağları, kaynakları ve iş fırsatlarını istifleyerek işgücü piyasasındaki rekabetin iniş çıkışlarını yönlendirmek için kullanabilirler; bu stratejilerin kullanışlılığı ırkçılık, etnosentrizm ve benzeri ideolojilerin meşrulaştırılmasına yol açar.

O halde bu tür kolektif kimliklerin -sınıf gibi- kapitalizmin ekonomik yapısında bir temeli vardır. Ancak zaman içinde işçilerin (örneğin) kendi ırklarından ya da dindaşlarından olanlarla özdeşleşmeye öncelik vermeleri, çıkarlarını ilerletmek için büyük ve kalıcı koalisyonlar kurma ihtimallerini azaltır ve kapitalistlerin işçileri birbirine düşürmesini kolaylaştırır (Örneğin, bir sendika beyaz olmayan işçileri kabul etmeyi reddederse, er ya da geç patronlar bu dışlanmış işçileri grev kırıcı olarak istihdam edecektir).

Dolayısıyla sınıf dayanışması kültürlerini özellikle merkezi olarak ele almamızın nedeni, bazı kötü huylu eleştirmenlerin iddia ettiği gibi sınıf baskısını şovenist bir şekilde diğer toplumsal hiyerarşilerden ahlaki olarak daha önemli görmemiz değildir. Bunun nedeni sınıf çizgileri boyunca örgütlenmenin, kapitalist tahakküme direnmek ve nihayetinde üstesinden gelmek ve böylece ırksal ve diğer baskı biçimlerinin maddi temelini zayıflatmak için uygulanabilir tek uzun vadeli strateji olmasıdır.

Yirmi Birinci Yüzyılda Sınıf, Siyaset ve Sınıf Siyaseti

Buradan sınıf oluşumunun -Marx’ın terimleriyle işçilerin “kendinde sınıftan” bilinçli, örgütlü bir “kendisi için sınıfa” dönüşmesinin- son derece sıkıntılı bir önerme olduğu sonucu çıkar. Kapitalizmin ekonomik yapısının yarattığı maddi teşvikler kolektif sınıf örgütlenmesini caydırır ve bunun yerine işçileri çıkarlarını takip etmek için bireyselleştirilmiş araçlar aramaya ya da onları potansiyel silah arkadaşlarıyla karşı karşıya getiren akrabalık, ırk ve benzeri ağlara geri dönmeye iter.

İdeolojik olarak kendini sola adamış örgütçülerin dayanışma kültürleri inşa etmeye yönelik kahramanca çabaları sayesinde işçi hareketi doğmuş ve on dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın başlarında sıçramalı bir şekilde büyümüştür. Bu örgütçülere elverişli koşullar yardımcı oldu. Hızlı sanayileşme giderek daha fazla sayıda işçiyi büyük fabrikalara ve yoğun kent merkezlerine getirdi ve işçilerin uzun vadeli işsizlik korkusunu azalttı. Kapitalist dünyanın çoğunda işçiler siyasi olarak haklarından mahrum bırakılmıştı, bu da haksızlığa uğradıkları duygusunu güçlendirdi ve ekonomik hakların yanı sıra siyasi haklar talep etmek için sınıf çizgileri boyunca örgütlenme ihtiyacını açıkça ortaya koydu. İşçiler, şehirlerin gecekondu mahallelerinde birbirlerine yakın, toplumun diğer unsurlarından ayrı bir şekilde yaşıyordu ve bu da ortak çıkarlarının farkına varmalarını, kolektif bir kimlik oluşturmalarını kolaylaştırdı.

Bu yapısal ve kurumsal gerçekler, güçlü işçi hareketlerinin ve sosyalist partilerin büyümesi için verimli bir zemin oluşturdu. Bu örgütler kapitalizmin kısmen “insanileştirilmesi”, servetin ve gelirin yoksullara ve çalışan sınıflara doğru yeniden dağıtılması için mücadele etti. Bir süre için, özellikle savaş sonrası dönemde hızlı ekonomik büyüme işverenlerin sendikaların ve sol partilerin yeniden dağıtım taleplerini (gönülsüzce) karşılayabileceği anlamına geliyordu. Ancak 1960’lardan itibaren kar oranlarındaki düşüş işverenleri daha az hoşgörülü olmaya zorladı ve kapitalistler sendikaları başarılı bir şekilde ezerek ve gelişmiş dünyanın çoğunda refah devletini gerileterek mücadele etmeye başladı.

Bu hikaye bizi işçilerin henüz içinden çıkmak için mücadele edemediği neoliberal döneme getiriyor. On yıllar boyunca durgun ücretlerden ve kamusal malların erozyona uğramasından muzdarip oldular. Chibber, ilk başlarda işçilerin siyasi faaliyetlerden ve sivil yaşamdan çekilerek tepki verdiklerini ifade ediyor. Ancak son yıllarda hoşnutsuzluğun aktif bir şekilde dışa vurulduğu görülüyor: Grev eylemlerinde artış (her ne kadar hala tarihsel olarak düşük seviyelerde olsa da) ve hem Sol hem de Sağ’ın popülist, düzen karşıtı partilerine ve adaylarına destek şeklindeki sandıkta öfke patlamaları bunun örnekleri arasındadır.

İşçi sınıfının bu hoşnutsuzluk ve öfke örüntüsü maddi açıdan anlaşılabilir -tıpkı örgütlü işçi hareketinin ve kitlesel işçi sınıfı siyasi partilerinin yenilenmesinin önündeki engeller gibi. Eski Sol’un doğuşunun ve genişlemesinin altında yatan yapısal ve kurumsal faktörler artık yerinde değil. Küresel olarak kapitalist ekonomiler artık sanayisizleşiyor; bu da daha yavaş istihdam artışı, işçilerin daha küçük firmalara dağılması ve daha az iş güvencesi anlamına geliyor. Çoğu kapitalist demokraside işçiler artık tam siyasi haklara sahip ve artık coğrafi olarak kendi yoğun nüfuslu topluluklarında izole değil, banliyölerde diğer sınıflar arasında yayılmış durumdalar.

Bu gerçekler işçileri örgütleme projesinin on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarında olduğundan tamamen farklı bir karaktere sahip olduğu anlamına gelmektedir. Chibber, “işçilerin seçmen statüleri ve toplumsal koşullarının bir zamanlar işçileri ortak bir kimliğe doğru itmek için sınıf yapısıyla birlikte çalıştığını” yazar, “ancak artık durum böyle değildir.” İşçilerin seçmen statüleri ve toplumsal koşulları bugün işçileri birbirinden ayırmakta ve bireyselleştirilmiş ya da dar görüşlü direniş biçimlerini benimseme eğilimini arttırmaktadır.

Sınıfa Dönüş

The Class Matrix‘in kusurları da yok değil. Chibber, kapitalizm altında insan motivasyonunu açıklarken ve toplumsal yapının maddi ve kültürel açıklamaları arasında yaptığı ayrımda temel bir kavram olan maddi çıkarların tanımını hiçbir yerde açıkça sunmaz veya savunmaz. Ayrıca çıkarlar, tercihler ve motivasyonlar arasındaki bağlantıları da tartışmaz -ki bu, sosyal bilimcilerin yanı sıra felsefecileri de uzun süredir rahatsız eden ve Chibber’in tam olarak yüzeye çıkarmadığı bazı tartışmalı varsayımlarda bulunduğu bir konudur (Çok kısaca: Chibber, insanların tercihlerini ve motivasyonlarını kültürel bağlamlarda sistematik olarak düzenleyen, kökleri insanın biyolojik ihtiyaçlarına ve kapasitelerine dayanan, refahın evrensel bileşenleri olarak maddi çıkarlar tanımından bahseder. Bu kesinlikle makul ve savunulabilir bir çıkar anlayışıdır, ancak bence apaçık bir çıkar anlayışı değildir).

Son olarak kitabın birçok formülasyonu, tahakküme karşı bireysel direniş biçimleri ile sınıf temelli kolektif eylem arasında bir ikilik olduğunu öne sürer. Ancak yukarıda tartışıldığı ve Chibber’in kendisinin de bazı noktalarda kabul ettiği gibi kolektif çıkar geliştirme stratejileri ırksal, etnik ve diğer sınıf dışı kolektivitelere güvenme biçimini de alabilir. Elbette bireyci direniş biçimleri ile menfaat elde etmek için dar görüşlü ağlara bel bağlamak arasında önemli bir benzerlik vardır: Bunlar, kapitalizme kökten meydan okumak için işçileri birleştirememek anlamına gelir ve bu nedenle nihayetinde kendi kendini yenilgiye uğratır.

Yine de bunlar içerikten ziyade sunumla ilgili serzenişlerdir. Genel olarak The Class Matrix, sınıfın insan düşünce ve eylemini öngörülebilir ve rasyonel bir şekilde şekillendiren nesnel bir gerçeklik olduğu görüşünün açık, ikna edici ve sistematik bir ifadesidir; çağdaş toplumu ve onun hastalıklı semptomlarını anlamak istiyorsak bu gerçeklikle ciddi bir şekilde mücadele etmemiz gerekir.

Bugün sosyalistler, öncekilerden farklı ve daha az elverişli bir zeminde dayanışma kültürleri inşa etmek gibi zor bir görevle karşı karşıyalar. Bunu tam olarak yapıp yapamayacağımız ve nasıl yapabileceğimiz Chibber’in okuyucularına bıraktığı sorulardır. Ancak sınıfın ne olduğunu ve neden önemli olduğunu anlamaya yaptığı katkı, muhtemelen cevapları bulmak için vazgeçilmez olacaktır.

Çeviri: Yener Çıracı

Orijinali: https://jacobin.com/2023/01/vivek-chibber-the-class-matrix-cultural-turn-sociology-working-class-politics-marxism


Posted

in

by

Tags:

Comments

“Sınıf Neden ve Nasıl Hala Önemlidir? – Nick French” için bir cevap

  1. […] olarak birdunyacevırıblog’da […]

    Beğen

Yorum bırakın