Hareketler ve Partiler Arasındaki İlişkiyi Yeniden Düşünmek – Sidney Tarrow ile Söyleşi

Sidney Tarrow, Cornell Üniversitesi’nden Emekli bir profesördür ve toplumsal hareketler, çatışmacı siyaset ve hukuk mücadeleleri konularında uzmanlaşmıştır. Siyaset sosyolojisi ve karşılaştırmalı siyaset alanındaki çalışmaları dünya çapında bilinmektedir. Kapsamlı ve göze çarpan çalışmaları 1960’larda başlar. O zamandan beri toplumsal hareketler üzerine tartışmalara katkıda bulunmaktan vazgeçmemiştir. En iyi bilinen kitabı Power in Movement, geçtiğimiz yıl yeni bölümler ve güncel olaylar ile son dönemdeki akademik çalışmaları dikkate alan yeni bir sonuç bölümünü de içeren güncellenmiş biçimde yeniden yayımlandı. Tarrow yakın zamanda yayınlanan Movements and Parties: Critical Connections in American Political Development (Cambridge University Press, 2021) adlı kitabında şu sorulara yanıt aramaktadır: Toplumsal hareketler siyasi partilerin gündemleriyle nasıl kesişiyor? Partilerle bütünleştiklerinde, birlikte mi hareket ediyorlar yoksa daha radikal bir şekilde dönüştürücü mü oluyorlar? Kitabın odak noktası Amerikan siyaseti olsa da daha geniş bir ilgi alanını ilgilendiren tartışmalara katkıda bulunuyor. Bu da söyleşinin temelini oluşturuyor.

Profesör Tarrow’la burada, her ikisi de Brezilya’nın önde gelen toplumsal hareket akademisyenleri olan ve geniş bir bilinirliğe sahip Angela Alonso ve Breno Bringel söyleşi yapıyor. Angela Alonso Sao Paulo Üniversitesi’nde Sosyoloji Profesörüdür. Araştırma ve yayınları kültür ve siyasi eylem arasındaki ilişkiler ile toplumsal ve entelektüel hareketler üzerine odaklanmaktadır. The Last Abolition: The Brazilian Antislavery Movement, 1868-1888, (Cambridge University Press, 2021) kitabının yazarıdır. Breno Bringel, Rio de Janeiro Devlet Üniversitesi Sosyal ve Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde Siyaset Sosyolojisi profesörüdür ve İspanya’daki Universidad Complutense de Madrid’de araştırmacıdır. Son araştırmaları toplumsal hareketler, ekososyal geçişler ve Latin Amerika düşüncesi üzerine odaklanmaktadır. Miriam Lang ve Mary Ann Manahan ile birlikte yazdığı son kitabı Beyond Green Colonialism: Global Justice and the Geopolitics of Ecosocial Transitions’dır. (Pluto Press, yakında yayınlanacak).

Angela Alonso ve Breno Bringel (AA & BB): Hareketleri ve partileri ilişkisel çerçevede analiz etmenin avantajlarını ve zorluklarını özetleyebilir misiniz?

Sidney Tarrow (ST): Bu soruya doğru yanıt verebilmek için 1960’larda Güney İtalya’da yaptığım doktora çalışmasına geri dönmem gerekiyor. Benim gibi genç ilericiler için hareketler siyasetin dışındaydı ve iyiydi, partiler ise içindeydi ve kötüydü. Ancak Komünist Parti’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede patlayan köylü hareketiyle ilişkilerini gördüğümde, bu bana yanlış görünüyordu: Partinin Güney’deki hareket benzeri özellikleri, iyi yapılandırılmış bir işçi hareketinin partiye eşlik ettiği Kuzey’de artık mevcut değildi. Partinin Güney kırsalındaki ikilemi, gelişmiş bir sanayi ülkesi için tasarlanmış bir stratejiyi uygulamaya çalışmasıydı. 1967’de yayınlanan ilk kitabım Peasant Communism in Southern Italy (Güney İtalya’da Köylü Komünizmi), partinin Kuzey ve Güney’deki çelişkisini anlamaya ve ikinci bölgedeki başarısızlıklarını açıklamaya yönelik bir girişimdi.

Yirmi yıl sonra, Charles Tilly ve Doug McAdam’ın çalışmalarından esinlenerek, 1960’lar ve 1970’lerdeki çatışma döngüsünü anlamak için İtalya’ya geri döndüm ve o zamanlar yeni bir metodoloji olan protesto olay analizini kullanan Democracy and Disorder (1989) (Demokrasi ve Düzensizlik) adlı bir kitap yazdım. Alberoni gibi hareketleri hala siyasetin dışında gören sosyologların aksine sokaklarda olup bitenler ile parti sisteminde olup bitenler arasında derin bağlantılar buldum. Bu iki deneyim, beni toplumsal hareketlere “siyasi süreç” yaklaşımı olarak adlandırılan yaklaşımın kuruluşuna katılmaya yöneltti.

Ve daha yakın bir zamanda, başka bir yirmi yıl sonra, Donald Trump’ın başkanlığa seçilmesinin yarattığı kritik kavşaktan dehşete düşerek, David S. Meyer ile birlikte editörlüğünü yaptığım The Resistance (2018) (Direniş) kitabında Trump karşıtı direniş üzerine araştırma yapmak için Avrupa’dan uzaklaştım ve ardından bu röportajda tartıştığımız Movements and Parties (Hareketler ve Partiler) kitabına yöneldim. Bu kitapta, hareketler ve partiler arasındaki ilişkinin Amerikan demokratikleşmesinin merkezinde yer aldığını, kimi zaman demokratikleşmeyi genişlettiğini, kimi zaman da şimdi olduğu gibi tehdit ettiğini savundum.

Bu deneyimleri özetlemek gerekirse, hareketleri ve partileri birbirleriyle ilişkili olarak incelemenin bana siyasi partilerin kurumsal dünyasının dışına bakma avantajı sağladığını ve partilerin neden çoğu zaman seçim şansları açısından talihsiz bir şekilde davrandıklarını anlamama yardımcı olduğunu gördüm: Bunu yapıyorlardı çünkü daha ideolojik bir hareket tabanına hitap etmeye çalışıyorlardı. Sorunuzdaki “zorluk”, farklı metodolojiler kullanan ve siyasi sistemi farklı şekillerde gören iki gelenekle konuşmaya çalışmamdı. Bu, Amerika Birleşik Devletleri’nde Latin Amerika’dakinden daha büyük bir “sorun”du; bu da çalışmalarımın kıtanızda neden olumlu bir tepki aldığını açıklamaya yardımcı olabilir.

AA & BB: Son yıllarda partiler ve hareketler arasındaki ilişkiyi anlamanın bir yolu da hareket partileri kavramı oldu. Sizin bu kavramla ilgili görüşünüz nedir?

ST: Avrupa’da bu kavram, Kitschelt tarafından 2006 yılında, esas olarak Batı Avrupa’daki Yeşil partileri düşünerek dar bir şekilde tanımlandı. Daha sonra 2017’de della Porta ve çalışma arkadaşları tarafından “Movement Parties Against Austerity” (Kemer Sıkmaya Karşı Hareket Partileri) adlı kitaplarında daha geniş bir şekilde tanımlandı. Benim kavramıma daha yakın olan ise Santiago Anria’nın Bolivya MAS’ı üzerine yazdığı son kitabıydı.

Kavram – tam olarak ifade edilmese de – Latin Amerika’da ABD’den daha tanıdıktır, ancak kitabımın da savunduğu gibi hareket partileri Amerikan tarihi boyunca ortaya çıkmıştır – Angela’nın kölelik karşıtlığı üzerine kendi kitabından çok iyi bildiği gibi, 1850’lerde Kölelik Karşıtları ile Cumhuriyetçi Parti arasındaki bağlantıdan başlayarak.

Terimi analitik olarak tanımlamak için her bir parçayla ayrı ayrı başlamak önemlidir. Kitabımda da savunduğum gibi partiler, güç kazanmaya ya da gücü elde tutmaya çalıştıkları için öncelikle transaksiyoneldir. Hareketler ise daha ideolojiktir. Bu da bir hareket partisinin hem ideolojik hem de transaksiyonel reflekslere sahip olduğu anlamına gelir. Bu çatışma çoğunlukla hareket partilerinin hayatta kalmak için kurumsallaşmaya yönelmesiyle çözülür. Bunu yapamadıklarında ise, 1890’larda Amerikan Popülist Partisi’nin yaptığı gibi, bir fraksiyon Demokrat aday William Jennings Bryan’ı desteklerken diğer fraksiyon tarımsal hareket stratejisinde ısrarcı olmuştur.

Bolivya’daki MAS gibi istisnalar nadirdir ve hem hareketlerini hem de parti reflekslerini barındırabilecek örgütlenme biçimlerine bağlıdır. Amerika Birleşik Devletleri’nde Demokrat Parti, 1930’larda Kuzey’de emek temelli kesimin, Güney’de ise ayrımcı kesimin kontrolü ele geçirmesiyle bu ikili karakteri sürdürdü. Ancak bu durum, 1960’larda daha ilerici kesimin sivil haklar hareketine katılması ve ayrımcı kesimin Cumhuriyetçi Parti’ye geçmesiyle bölünmeye yol açtı.

AA & BB: Kitabınız aynı zamanda hareketler ve karşı hareketler arasındaki dinamik etkileşimin önemini vurguluyor. Bu yaklaşım, Trump fenomeni ve onu destekleyen ve ona karşı çıkan hareketler söz konusu olduğunda kitapta dramatik bir ton kazanıyor. Kitabın önemli bir bölümünü bu konuya ayırmaya karar verdiğiniz noktada Amerika Birleşik Devletleri’ndeki güncel siyasi çatışmalar araştırma gündeminizi nasıl etkiledi? Başka bir deyişle, güncel siyasi olaylar ile akademik gündem arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

ST: Karşı hareketler üzerine yapılan çalışmaların çoğu sağ hareketlere odaklanıyor, ancak ben bu operasyonelleştirmeyi indirgeyici buluyorum. ABD’de Çay Partisi ve günümüzün MAGA (Amerika’yı Yeniden Büyük Yap) hareketi üzerine yapılan araştırmalarda bu yaygındı. Her iki hareket de çoğunlukla toplumsal ve ırksal değişimin bedelini ödeyen insanları temsil eden hareketler olarak tanımlanmıştır. Sıklıkla eklenen ikinci bir tanımlayıcı boyut ise yüksek ve düşük siyasallaşma seviyeleri arasındadır. Alfio Mastropaolo gibi İtalyanlar birçok aşırı sağ seçmenin anti-politik doğasını vurgularken, Donald Trump’ın destekçileri de onun sevdikleri yönünün “politikacı olmaması” olduğunu iddia etmektedir.

Kitabımda, David S. Meyer ve Suzanne Staggenborg’un 1996 tarihli önemli makalelerinde kullandıkları karşı hareket terimini, ister sol ister sağ olsun, bir hareketin yükselişinin ve görünürdeki başarısının karşıt bir hareketin karşılıklı yükselişini nasıl tetiklediğini tanımlamak için kullanıyorum. Örneğin, ortak çalışmamız The Resistance‘da David Meyer ve ben Trump karşıtı direnişin yükselişini bir karşı hareket olarak nitelendirdik.

Hem sol hem de sağdaki karşı hareketlerin en önemli özelliği, büyük ölçüde, karşı çıktıkları hareketin söylemi ve eylem kapsamı tarafından ele geçirilmiş olmalarıdır. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki aşı karşıtı hareketin anti-bilimsel söylemi, karşıtlarının anti-bilimsel ideolojisine karşı koymak için doktorların, bilim insanlarının ve halk sağlığı uzmanlarının tanıklığına başvuran aşı yanlısı hareketi etkilemiştir.

Ancak bu hareketlerin çoğu hem önceden var olan hem de daha geniş ideolojik hareketlerin gölgesinde büyümüştür. Örneğin, sosyal bilimciler COVID-19 nedeniyle hastaneye yatış ve ölüm oranlarını takip ettiklerinde, bunun seçmenlerin Trumpizm’e verdiği destekle yakından ilişkili olduğunu gördüler. Trump’a oylarının yüksek olduğu eyaletler aynı zamanda en yüksek COVID hastaneye yatış ve ölüm oranlarına sahiptir. Bu güncel siyasi olaylar akademik gündemi etkiliyor ve bizim de bunlara yanıt vermemiz gerekiyor. 

AA & BB: Birçok sosyal bilimci demokratik ve otoriter kurumları farklı toplum tiplerine karşılık gelen kurumlar olarak görmüştür. Daha sonra bir grup çalışma, otoriter ya da demokratik siyasi yollardan sorumlu olarak belirli “siyasi kültürleri” vurguladı. Kitabınız Şili, İtalya, Güney Kore ve Amerika Birleşik Devletleri gibi kültürel olarak çok farklı ülkelerdeki hareketler ve partiler arasındaki etkileşimleri değerlere veya inançlara dayanmadan açıklayan siyasi mekanizmalar arıyor. Kitabınız siyasi kültür kavramını sorguluyor mu?

ST: Bu soru beni kariyerimin başlangıcına, Gabriel Almond ve çalışma arkadaşlarının “siyasi kültür” kavramını geliştirdikleri döneme götürüyor. Amerika Birleşik Devletleri’ni, demokratik oyunun kuralları üzerinde anlaşmanın politikadaki farklılıklardan daha ağır bastığı bir kültür olarak tanımladıkları “sivil kültür” olarak görüyorlardı. İtalya’yı ise, temel ilkeler konusunda bu anlaşmadan yoksun bir “özne siyasi kültürü” olarak tanımladılar. İtalyan meslektaşları Giovanni Sartori daha da ileri giderek ülkesini İngiltere ya da ABD gibi “merkezcil” demokrasilerin aksine “merkezkaç demokrasi” olarak ifade etti. Demokrasiye yönelik en büyük tehdidin, benim de Güney İtalya’da çalıştığım Komünist Parti olduğunu savunuyorlardı. Bu fikirleri, sözde “merkezkaç” Komünist ve merkezci Hıristiyan Demokrat seçmenlerin demokrasiye yönelik tutumlarını karşılaştırarak sınadım ve birincilerin demokrasiye ikincilerden çok daha fazla güven duyduğunu gördüm. O andan itibaren siyasi kültüre dayalı demokrasi tanımlarına şüpheyle yaklaşmaya ve demokrasiyi destekleyen ya da zayıflatan mekanizmaları araştırmaya başladım.

Movements and Parties adlı kitabımda, Kuzey Amerikalı yazarların güçlü parti sistemine ve seçmenlerinin “demokratik” inanç sistemlerine dayanarak “güçlü” bir demokrasi olarak gördükleri Pinochet sonrası Şili’yi kısaca inceledim. Ancak bildiğiniz gibi Şili, dikey hesap verebilirliğin çok az olduğu bir siyasi sistemdi. Hesap verebilirlik demokrasiyi sağlamanın anahtarıydı ve şimdi bildiğimiz gibi sistem, siyasi kültürün önemini savunanlara göründüğünden çok daha zayıftı. Dolayısıyla, akademik kariyerimin hem başında hem de sonunda, siyasi kültürün önemi konusunda şüphelerim vardı.

AA & BB: Hareketler ve karşı hareketler Tilly’nin de belirttiği gibi demokratikleşme ve demokratikleşme süreçleriyle de ilişkilidir. Uzun zamandır bu süreçleri farklı zamansallıklara bağlı dalgalar olarak gördük. Ancak çatışmacı siyasetin muğlaklığı, karmaşıklığı ve çelişkili unsurlarıyla, yani aynı tarihsel dönemde bazı açılardan demokratikleşme ve bazı açılardan da demokratikleşmeden uzaklaşmayla nasıl başa çıkacağız?

ST: Tilly, toplumsal hareketleri de inceleyen az sayıdaki Kuzey Amerikalı demokrasi akademisyeninden biriydi. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki mevcut demokrasi krizi üzerine yapılan çalışmalarda onun Democracy (2007) kitabına hiç atıfta bulunulmaması dikkat çekicidir. Ancak bu kitap, hareketler ve partiler üzerine yaptığım çalışmaları demokratikleşme ve karşı-demokratikleşme dinamikleriyle ilişkilendirmeye çalışmam için bana ilham vermişti.

İncelediğim tarihsel örnekler bana demokrasi yanlısı ve demokrasi karşıtı hareketlerin genellikle aynı kritik kavşaklarda çakıştığını öğretti. Bunu Breno’nun kendi çalışmasında kullandığı terminolojiyle ifade edecek olursam, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki mevcut durum gibi yüksek düzeyde halk katılımının olduğu ‘siyasi döngülerin’ aynı anda hem anti-demokratik hem de pro-demokratik anlar üretmesinin muhtemel olduğunu söyleyebilirim.

Movements and Parties‘i yazarken ABD tarihinde bu türden birkaç kesişme noktasıyla karşılaştım. İlk olarak, yirminci yüzyılın başlarında kadınların oy hakkı yanlısı hareket gelişirken, buna karşı çıkmak için kadınların oy hakkına karşı bir hareket ortaya çıktı. İkinci olarak, 1930’ların Büyük Buhranı hem demokrasiyi genişletmeye yönelik bir hareket – Roosevelt’in Yeni Düzen’i – hem de radyo rahibi Peder Coughlin’in anti-Semitik hareketi gibi çeşitli anti-demokratik hareketler üretti. Ve elbette 1960’ların sivil haklar hareketi yaygın bir Siyah hakları karşıtı harekete yol açtı. Bunlar sadece hareket/karşı hareket etkileşimleri değildi; her iki taraf da demokrasi olarak gördükleri şey adına harekete geçmişti.

Cevabımı, 6 Ocak 2021’de Kongre Binası’na yapılan saldırıyla doruğa ulaşan Trump/Trump karşıtı dinamiğe atıfta bulunarak tamamlamama izin verin. Bu olayda benim gibi ilericiler, Trump’ın bir autogolpe (“sonuç” olarak İngilizceye giren bir terim!) başlatmasına yardım eden güruhu otoriterliğin bir ifadesi olarak gördü. Trump ve destekçilerinin Joe Biden’ın meşru ve ezici seçim zaferinin sonuçlarını tersine çevirmek istedikleri doğrudur. Ancak Trump’ın sahte seçim iddialarını desteklemek üzere Kongre Binası’na saldıran isyancıların söylemlerine dikkatle kulak verecek olursak, birçoğunun şiddet eylemlerini demokrasi ve özgürlük adına meşrulaştırdıklarını görürüz. 

AA & BB: Çağdaş toplum hakkında konuşurken, artan eşitsizliğin kolektif eylemi nasıl etkilediğine işaret ediyorsunuz. Ancak ait olduğunuz entelektüel gelenek, sınıf ve siyasi eylem arasındaki ilişkiyi ele alınması gereken merkezi bir sorun olarak bir kenara bıraktı. Siz bu meseleyi şimdi nasıl görüyorsunuz?

ST: Siyasi süreç yaklaşımının çatışmacı siyasette eşitsizlik, sınıf ve hatta kapitalizm gibi yapısal faktörlerin önemini hafife alma eğiliminde olduğu konusunda haklısınız. Bunun nedeni kısmen benim gibi akademisyenlerin neo-Marksist gelenekteki her türlü çatışmayı kapitalizme karşı tepkilere indirgeme eğilimine tepki göstermesiydi (bunun Immanuel Wallerstein, Giovanni Arrighi ve öğrencilerinin dünya sistemleri yaklaşımı için hala büyük ölçüde doğru olduğunu unutmayın). Fırsat yapısı (opportunity structure) gibi siyasi ve kurumsal faktörlere odaklanılması, sınıf ve sınıf çelişkisinin daha derin etkilerinin hafife alınmasına yol açmıştır.

Son yıllarda, della Porta ve çalışma arkadaşlarının Avrupa’daki Büyük Durgunluk ve ardından gelen kemer sıkma politikaları üzerine çalışmalarıyla birlikte, hareket seferberliğinin itici güçleri olarak sınıf ve eşitsizlik çalışmalarına geri dönüş oldu. Jeff Goodwin ve John Krinsky gibi iki Amerikalının da dahil olduğu Manchester Okulu’nun çalışmalarında da Marksizm’in hareket mobilizasyonunu yorumlamada ana unsur olarak yeniden canlanması söz konusudur. Power in Movement‘ın dördüncü baskısında dengeyi bir ölçüde düzeltmeye çalıştım.

AA & BB: Konuşmamızda Amerika Birleşik Devletleri, Latin Amerika ve Avrupa arasındaki bağlantılardan çokça bahsettik. Neyse ki bu diyaloglar arttı ve toplumsal hareket çalışmaları daha küresel hale geldi. Çağdaş toplumsal hareketler üzerine daha fazla (ve daha iyi) küresel diyaloglar için sizce hala eksik olan nedir?

ST: Bu kısa röportajda bahsedilecek çok fazla şey var. Hansperter Kriesi ve Donatella della Porta gibi akademisyenlerin dikkatli çalışmaları dışında, yapılandırılmış bölgeler arası karşılaştırmaların eksikliği var; Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt gibi akademisyenlerin tarihsel yeniden inşaları dışında, popülist hareketlerin demokrasiye nasıl saldırdığı ve onu nasıl tahrip ettiğine dair ülkeler arası karşılaştırmaların eksikliği var. Ve birkaç genç akademisyenin öncü çalışmaları dışında, hareketler ve hukuk sistemi arasındaki kesişme üzerine bölgeler arası araştırma eksikliği var.

Ancak tahmin etmem gerekirse, kıtalar arası hareketleri karşılaştırmada bir sonraki adımın mikro ve mezo-analitik perspektiflerin ötesine geçerek çatışmacı siyasetin makro-yapısal etkilerine yönelmek olacağını düşünüyorum. Donatella della Porta ve Floransa’daki grubu, durgunluk sonrası Avrupa’daki kemer sıkma karşıtı hareketler üzerine yaptıkları çalışmalardan yola çıkarak bu adımı atmaya başladılar, ancak bu akademisyenler dışında, günümüzün siyasi süreç yaklaşımlarının değerli içgörülerini kaybetmeden, toplumsal hareket araştırmalarının önceki on yıllarını karakterize eden makro-yapısal perspektiflere geri dönmeye çalışan çok az kişi var. Gelecek neslin bu yönde ilerlemesini dört gözle bekliyorum.

Çeviri: Yener Çıracı

Orjinali: https://globaldialogue.isa-sociology.org/articles/rethinking-the-relationship-between-movements-and-parties-an-interview-with-sidney-tarrow


Posted

in

by

Tags:

Comments

Yorum bırakın